İnsanı sevmekle başlar her şey...
Emre Çalışkan'ın Kaleminden
MAKALELERİ
DOLABIMDAKİ İRTİCA
’28 Şubat size neyi anlatıyor?’ diye sordu, röportajı yapan 20 yaşındaki üniversite öğrencisi gence. Genç kalakaldı. ‘Hani 4 senede bir şubat 29 çekiyor ya onu mu soruyorsunuz?’ dedi şaşkınlıkla. Bir şey anlatmıyordu çünkü ona 28 Şubat. Daha 5 yaşındaydı çünkü, bahsedilen 28 Şubat yaşanırken…
Üzerime alındım sonra soruyu… 28 Şubat neyi anlatıyordu bana? Çok şeyi… Çok şey vardı anlatacağım. Farkında olmadan yaşadığım birçok olayı,yıllar sonra anlayacağım bir tarihi, bir süreci anlatıyordu.
O tarihlerde Kayseri’de özel bir okulda yatılı okuyan ortaokul öğrencisiydim. Hemen aklınıza ‘cemaatin kolejlerinden biridir’ diye gelebilir belki ama hayır, muhafazakâr insanların kurduğu bir özel okulda okuyan 12 yaşında bir ortaokul öğrencisi. Sabah namazlarını cemaatle kılan, düzenli bir şekilde Kur’an-ı Kerim okuyan ve İlahiyat Fakültesi öğrencisi ağabeylerimizin bize rehberlik ettiği gayet nezih bir ortamda yatılı okuyan 10-12 gençtik. Hiç unutmuyorum, bir gece vakti sivil polis olduklarını sonradan öğrendiğim bir grup ‘amca’ odamıza girip, bizi uykumuzdan uyandırıp dolaplarımızı açmamızı istemişti. Kıyafetlerimizin arasına kadar bakmışlardı. Bir şeyler aradıkları belliydi. Ama o zaman ne yaptıklarına hiç anlam verememiştik. Ağabeylerimize kim bunlar diye sorduğumuzda geçiştirmişlerdi. Meraklı olmam hasebiyle polis olduklarını öğrenmiştim ama dolabımda ne aradıklarını anlayamamıştım.
Dolabımda ‘irtica’ aradıklarını…
Biz o devrin küçük çocuklarıydık. Ama o dönemin mağdurları, o dönemi birebir ve iliklerine dek yaşayanlar… Nasıl bir baskı altındaydı acaba? 20’li yaşlarıma girdiğim günlerden itibaren o günleri okumakla, o günlerde mağdur olanları dinlemekle ben de anladım farkında olmadan yaşadıklarımıŞimdi şunları çok iyi biliyorum:
28 Şubat Türkiye’nin sayısız yıkımlara sahne olduğu tarihin adıdır.
Türk Siyasi Tarihi’ndeki en önemli dönemeçlerden biridir. Dönüm noktasıdır. Milattır!
İnsanların ruh sağlığına tecavüzün son noktasıdır.
Medyanın şempanze gibi oynatıldığı, toplumun ‘dindarlar ve diğerleri’ diye ikiye bölündüğü, sermaye gruplarının renklere ayrıldığı, hayali düşmanların üretildiği dönemin sınırlarının yüzölçümüdür 28 Şubat.
İnsanlara zorla ‘imam-hatip, şeriat, başörtüsü, irtica, gerici’ kelimelerinin ezberletilip, insanların Ali Kalkancı, Fadime Şahin gibi şahıslarla tanıştırıldığı bir dikdatöryadır 28 Şubat.
Nasıl söylüyorsun bunları? Neye göre, kime göre? diyebilirsiniz. Durun size iki örnek vereyim o dönemde yaşanan adaletsizliklere ve de saçmalıklara dair. Bunların ikisi de yaşanmış ve delillerle mevcut. ‘Burada yaşananların gerçek kurumlarla ve kişilerle kesinlikle alakası yoktur. Tamamen hayal ürünüdür’ demeyi çok ama çok isterdim.
Birgün Nurettin Göncü’yü bakanlık müfettişleri Cağaloğlu’ndaki merkez binaya çağırırlar. Nurettin Göncü dönemin yurtlardan sorumlu Milli Eğitim Şube Müdürü. Namazlarını kılan, çevresinde dürüstlüğü ve işindeki titizliğiyle tanınan bir müdür. Hakkında suçlama olduğunu öğrenir. Sebep şu; Nurettin Göncü Valide Sultan Öğrenci Yurdu’nda İstanbul’daki özel yurt müdürleriyle yapılan toplantıda yurda girerken ayağına galoş giymiş. Eee ne var ki bunda dediğinizi duyar gibiyim…
İşte bunu, galoşu türban’a buldukları bahane gibi yani ‘siyasi simge’ olarak gösterip, Göncü’yü İl Milli Eğitim Şube Müdürlüğü görevinden alıp tenzil-i rütbe ile il dışına öğretmen olarak gönderiyorlar. Şaka gibi değil mi?
Bu görünen ve uydurulan sebep. Asıl sebep şu… Nurettin Bey hakkında İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’in yayın organı Aydınlık Gazetesi’nde şu ifade yer alıyordu: ‘Cumhuriyetin bürokratı değil İlim Yayma Cemiyeti’nin militanı gibi çalışıyor.’
Burada hemen bir parantez açayım çünkü bu ifade benim de canımı yakıyor. İlim Yayma Cemiyeti, benim de halen üyesi olduğum, yurtlarında senelerce kaldığım, öğrenci başkanlığı yaptığım ve yüzlerce faaliyetine katıldığım, kurulduğu günden beri binlerce öğrenciyi barındıran, burs veren kamu yararına faaliyet gösteren bir hayır kurumu statüsündedir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından teşekküre layık görülmüş, ülkede birçok darbe olmasına karşın 1951 yılından beri kapatılamamış, Türkiye’de İmam-Hatip okullarının açılmasına öncü olmuş, destek vermiş güzide bir kurumdur. Yani ifadede yer alan ‘militan’ sözcüğünün bu kurumla yakından uzaktan kesinlikle ilgisi olamaz!
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Müsteşarı Bener Cordan’ın imzasıyla zulme uğrayan Sayın Nurettin Göncü beyefendinin tek suçu muhafazakar olması mıydı acaba?
Buyrun başka bir örnek daha…
Yer İstanbul’un Kartal ilçesinde yüksekokul öğrencilerinin barındığı Soğanlık Erkek Öğrenci Yurdu. Milli Eğitim Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’na bağlı iki müfettiş yurdu denetlemek için geliyor. Yurdun her tarafını geziyorlar ama suç sayılabilecek hiçbir unsura rastlayamıyorlar. Çılgına dönen müfettişler yurdun ibadethane olarak kullanılan odasına tekrar geliyor.Tekrardan odadaki kitapları inceliyorlar. Müfettişlerden yaşlı olanı kitaplıktaki tek kitap olan Kuran-ı Kerim’i eline alıyor, eviriyor çeviriyor, sağına soluna bakıyor ve dönüp yurt müdürüne soruyor:
“Bu Arapça kitaplar neden burada duruyor? Bunlar sakıncalı olabilir!”
Yurt Müdürü hayretler içinde:
“Efendim, onlar Kuran-ı Kerim. Çocuklar ibadet için geldiklerinde vakit bulurlarsa okuyorlar”
Müfettiş bu izahtan tatmin olmuyor:
“İçlerinde ne yazdığı belli değil, Arapça bunlar…”
Hemen odayı mühürletip tutanak tutuluyor. Tutanakta yazılanlar aynen şöyle:
‘Yurtta yapılan denetim sırasında ne idüğü belirsiz kitapların bulunduğu bir bölüm tespit edilmiş olup bu oda mühürlenmiştir. Kitapların okunabilmesi ve değerlendirme yapılabilmesi için bilirkişi gerekmektedir.’
İşte böyle… Sokaktan geçen herhangi bir vatandaşı dahi çağırıp bu kitap ne kitabıdır diye sorsa cevabını çok açık ve net alabileceği yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’i tanımayıp, üstüne üstlük ‘ne idüğü belirsiz’ ifadesini kullanabilecek kadar cüretkar bir müfettiş… Yorum bile yapmaya değmez ama durum trajik… Dönemin paranoyasını anlamak adına bir örnek…
Bunlar gibi yüzlerce, hatta binlerce olay…
O dönemi yaşamış olanlar bu yazıyı okuduklarında pek de şaşırmamışlardır. Yalnızca birkaç dakika o dönemin baskısını hatırlayıp sinir ve stres katsayılarını artmıştır diye tahmin ediyorum. Ama ’28 Şubat size neyi anlatıyor?’ diye sorulan genç eğer bu yazıyı okursa meğer ben 5 yaşındayken neler olmuş diyecektir…
Nereden nereye geldik? Tahayyül etmesi dahi zor…
Özgürlüklerin önünün açıldığı, insanların inançlarını ya da inançsızlıklarını hürce yaşayabildiği, bazı kişi ve kurumların tacirliğinin yapılmadığı, bilim adamlarının bilimle, siyasetçinin siyasetle, sütçünün sütüyle uğraştığı, tarihinden ibret alan ve bir daha aynı hatalara düşmeyecek olan gençlerin yetiştiği nice 28 Şubatlara…
28.02.2010
Emre Çalışkan
AK GENÇLİK'İN KİTABI
Siyasetin Öznesi AK Gençlik, AK Parti Gençlik Kollarını 1800’lü yıllardan günümüze, gençliğin siyaset ile kurduğu ilişkiler boyutuyla ele alan bir kitap. AK Gençlik bu çalışmada hem gençlik ve siyaset bütünü içinde yerini almakta hem de kendine has yönetim ve siyaset anlayışıyla özel bir konuma yerleştiriyor.
Kitabın önsözünde vurgulanan kavramlar, toplam üç bölümde ele alanın kitabın konu bütünlüğünü özetlemekte.
Gençliğin tarihin her döneminde eleştirilmesine vurgu yapılarak;
Sen şa’b içinde şab kalıp Şadilik istersin. Gel gör ki tarihin emaneti var sende. Zaman sana şahitlik eder şikâyetten yana; mekân razı olmaz senden, denilerek, gençliğin sosyo-psikolojik çatışmalarına vurgu yapılmakta.
Yine önsözde ele alınan bir kavram da siyasettir;
Siyaset, insan ile insan arasında; mizacıyla, inancıyla ve bilgisiyle varlığına uygun köprüler kurmaya niyetli taş ustalığı, şeklinde tanımlanarak siyasetin nitelikli hizmet üretimi vurgulanmakta.
Gençlik ve siyaset kavramı ise gençliğin taşıdığı zahiri arzularının hakikatle yer değiştirmesi olarak ifade edilmektedir.
Kitabın yazarı, Hasan SARI. 2005-2012 yılları arası Genel Merkez Gençlik Kolları’nda sırasıyla Üniversiteler, AR-GE ve Teşkilat Başkanlıkları görevlerinde yer almış olan abimiz.Kitabın editörlüğünü ise bizzat ben yaptım.Güncel gelişmeler,teşkilatlarımızın son durumu,yapılan faaliyetler,hedefler noktasında katkılar sağlamaya çalıştım.
Üç bölümden oluşan Siyasetin Öznesi AK Gençlik kitabı, iki farklı okuyucu kitlesine ulaşmayı hedeflemektedir. Bunlardan ilki gençliği siyaset ile kurulan ilişki içinde genel olarak görmek isteyen okuyucudur. İkincisi ise AK Gençliği anlamak ve bu hareket içinde yer alarak gençliğin misyon ve vizyonuna sahip olmak isteyen genç kesimdir.
Kitabın ilk bölümü bir olgu olarak gençliği sosyal ve psikolojik boyutuyla tanımaya ve anlamaya yönelik bir girişi kapsamaktadır. Devamında Osmanlı’dan günümüze, iki binli yıllara kadar, gençlik hareketleri kısaca ele alınarak okuyucuya genel bilgiler sunulmaktadır. Bu bölümün genel vurgusu, her ne kadar gençlik bu uzun tarihi süreçte siyaset ile müspet ilişki kurmayı istemiş olsa da daha çok onun siyaset içinde sömürülüşü üzerinedir. Siyasete nesneleştirilerek ideolojilerin ötekileştirici aklına hizmet etmeye mecbur bırakılan gençliğin bütünlük arz eden hikâyesi bu bölümde farklı ideolojiler altında ele alınmaktadır.
Kitabın ikinci bölümü tam olarak AK Gençliğin siyaset sahnesine çıkışıyla başlayarak, taşıdığı anlamı ve asla elden bırakmaması gereken misyonu ile başlamakta. Devamında genel başkanları dönemleriyle on iki yılda elde ettiği kazanımları dönemsel olarak izah edilmekte. Bundan sonra ise AK Gençliğin teşkilat yapısına girilerek başkan yardımcılıkları ele alınmakta. Böylece AK Gençliğin MYK’sını oluşturan birimler gençlik siyaseti merkezinde irdelenmekte ve yöntemi oluşturulmakta.
Son bölümde ise gençliğin siyasette nesneden özneye geçişinin kodları ele alınmaktadır. Genç Muhafazakâr Demokrat kimliği irdelenerek, gençliğin siyasette taşıması gereken ana unsurlarına yer verilmekte. Nesil bilinci, arkadaşlık bağları, milli iradeye sahip çıkma, fikirlere fikirlerle karşılık verme, ötekini dışlamama ve siyasal iletişim stratejileri ile AK Gençliğin siyasal hayat içinde özne olarak kalabilmesine yönelik değerlendirmeler yer almakta.
Kitabın bir özelliği de teorik boyutunu aşmak için gençlik kollarında yer almış isimlerin anılarına yer vermesi. Gençlik Kollarında değişik kademelerde ve illerde görev yapanların hatıralarını da ihtiva etmesi bakımından teorik bilginin yanında duyguları barındırması, kitabı teşkilatlarda görev almış herkes ile bağdaştırmakta. Kitabın ek bölümlerinde yer alan kurucular listeleri ile geleceğe yönelik önemli bir arşiv görevini de üstleniyor olması, AK Gençliğin teşkilat ve siyaset hafızasına yönelik ele alınmış şuana kadar ilk ve tek kitap olma hüviyetinde.
Gençliğimizin okumasına, okuyup eleştirmesine, eleştirip uygulamasına…
EMRE ÇALIŞKAN
CUMHURUN İRADESİ- VESAYETİN SONU
Bir Arap atasözü şöyledir: "Firavun´a; ´Seni Firavunlaştıran neydi?´ diye sorulmuş o da; ´Beni yaptığımdan alıkoyacak birinin çıkmaması!´ cevabını vermiş.
Geldiğimiz günlerde milletimiz çeşitli unsurlarla CHP zihniyetine geçmişte dur diyememişti.
Menderes idam sehpasına giderken ´Ne oluyor burada´ diye haykıramamış, kendi eliyle seçtiği insanına sahip çıkamamıştı.
Bugün ise kendi gücünün, kendi imkanlarının ve kendi değerinin farkına varan milletimiz, iradesini kimseye kaptırmaya niyetli değil. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bunu net bir şekilde göstermiş oldu.
Kendisine sürekli hakaret eden, onu dışlayan, inancıyla alay eden, değerlerini yok sayan, kültürünü metalaştıran elitistlere karşı ´Yok artık; bu iş sizin bildiğiniz gibi değil´ deme cesaretini gösterdi.
Köylü, cahil, fukara, dilenci, ürkek, korkak gibi sıfatlarla sürekli ötekileştirilen milleitmiz, son seçimlerde de onunla dalga geçilen uygulamalara maruz kaldı.
"Oy pusulasında Recep Tayyip Erdoğan´a oy ver Ekmeleddin İhsanoğlu´nu protesto için çiz" gibi onun aklıyla dalga geçmeye tevessül halinde olanlar, bidonkafalıyı, göbeğini kaşıyan adamı, şehrin periferilerinde yaşayanlarını değersizleştirme eğiliminde oldular.
Yetmezmiş gibi milletin iradesine seçim gününün hemen akşamında hakaretler yağdırdılar. Bu millet seçemez demeye getirdiler. Kim bilir ülkemizde demokrasiyi, seçimi ve meclisi yerleştiren Gazi Mustafa Kemal´e de içten içe kızmışlardır. "Bizi bunların eline nasıl böyle bir sistemle bırakırsın" diye.
Evet, atasözündeki gibi artık Firavun Firavunluğunu yapmaya iki kere düşünmek zorunda. Ama bundan vaz geçer mi? Asla.
Çünkü bu onun kendi varlık sebebi. Ya kendinden vaz geçecek ya da yıllardır nefret ve hakaret ettiğinden olacak!
Kendini seçeceğini her fırsatta beyan eden bu zihniyet yine de varlığını devam ettirecektir ama artık her hareketinde iki kere düşünmek zorunda.
Zira güçlü demokrasinin argümanları ve enstrümanları da güçlenmekte. Bu yüzden de toplumsal mühendisliğe dayalı her türlü teşebbüs eskisi gibi etkili olmamakta.
Halkin tipis tipis(!) sandiga giderek degil, ozgur iradesiyle can-i gonulden demokrasiyi desteklemek adina sectigi , 12. Cumhurbaskanimiz sayin Recep Tayyip Erdogan'dan sonra bu ulkede artik vesayet sisteminin kalktigi tescillenmistir.
EMRE ÇALIŞKAN
YOK MU İÇİNİZDE FETHİ GEMUHLUOĞLU'LAR?
SES VERİN AĞABEYLER!
‘Gözü olana sabah ışımıştır.’ dedi mümin ve muvahhid ‘er’ kişi. Gözü olan, gözü gören, gördüğünü ruhuna ve kalbine nakşeden gençlere.
Bu er kişi Fethi Gemuhluoğlu idi.
İki binli yılların boğucu, hepsedici, karartıcı ve kuşatıcı maddeten aydınlık fakat olabildiğince karanlık ortamında bir gencin ismine kolay kolay ulaşamayacağı, tanış olamayacağı bir zat-ı muhterem. Kendisini okudukça, tanıdıkça, keşke bir söyleşisinde, konferansında ya da sohbet ortamında onu pür dikkat dinleyen gençlerden biri de ben olsaydım diye iç geçireceğiniz şair, yazar, anlatıcı, tanıtıcı, temsilci, yaşatıcı, yetiştirici, ve tohumu toprağa ekip yeşertici bir mütefekkir Fethi Gemuhluoğlu.
Kimdir Fethi Gemuhluoğlu?
Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Bazı azınlık okullarında Türkçe ve Edebiyat Öğretmenliği yapmış, bürokraside çeşitli görevler yapan, iki çocuk sahibi. 1977 senesinde 55 yaşında vefat etmiş.
Bu zamanların gençlerindeki moda tabirle Fethi Gemuhluoğlu’nun CV’si böyle. Kronolojik olarak hayatı… Fakat ben sizlere hayatının teknik kısımlarını değil, o 55 yıllık hayatına sığdırdığı o koca dünyayı anlatmak istiyorum.
Bu dünyaya yüzlerce genci sığdıran, bütün derdi tasası cevher dediği o gençler olan birinden bahsedeceğim.
Çağdaş bir Müslümandan. Sözlerine kulak verdiğinizde yüreğinizde deprem zuhur ettirecek kadar derinlere inecek bir hatipten.
İnsana dostça yaklaşımı, geçmişi geleceğe taşıyan şuur dehası, insanları birbirine arkadaş edebilen kişiliği, sözü ve davranışlarındaki uyumu ile özlediğimiz bir müslümandı Fethi Gemuhluoğlu.
Ülkenin tabii kaynaklarının altın değil, petrol değil, bizatihi ‘insan’ olduğuna inanıyordu. Ülkeyi zenginliğe taşıyacak olanın ise beceri, bilgi ve ahlaki donanıma sahip genç cevherleri bulup, onları ilmek ilmek işlemek olduğuna inandı.
Her konuşmasında ‘aşk’ ı anlattı. Her yazısında sevgi ve dostluk kavramları üzerinde durdu. İnsan, hayatından zevk almak istiyorsa hayatını aşk ve cezbe üzerinde kurmalıydı ona göre. İnsanın ‘iyi’ tarafını ancak sevgi ve dostlukla ortaya çıkarabileceğine inandı. Aşk, insanın katı yanlarını yumuşatarak hayata esneklik kazandırırdı çünkü. Şöyle ki; Genel Sekreterliğini yaptığı vakıfta, öğrencilere burs mülakatı yaparken, ilk sorusu öğrencileri şaşkına çeviren ‘Sen hiç aşık oldun mu?’ olurdu.
Halvetiyye tarikatının Şabaniyye koluna mensuptu. Şahsiyetini oluşturan temel unsur tasavvuftu. Hayatı boyunca tasavvufun riya ve şöhretten uzak durmayı telkin eden anlayışına bağlı kaldı. Binlerce dostu vardı. Her dostuna hiçbir çıkar endişesi gütmeden hizmet etmeyi ibadet kabul ederdi. Ona göre insan şöhret, mal ve uyku hariç her şeyle ve herkesle dost olabilirdi ve olmalıydı. Bir müslüman için dünya ve ahiret diye bir ayrım yapılmadan ahiretin dünyada başladığını bilerek ölüme bile dost olunmalıydı.
Bir sanatkarın eserini titizlikle işlediği gibi gençleri işliyordu. Cevheri olan insanları keşfediyordu. Daha doğrusu her insanda bir cevher keşfediyordu. Kimseyi değersiz görmüyordu. Ondaki güzelliği görüp, o güzelliğini o insanın ‘yüzüne vuruyordu’.
Tam da bu noktada aklıma Peygamber Efendimiz ve sahabelerin yaşadığı şu olay geliyor, teşbihte hata olmasın…
‘’Bir gün Hazreti Peygamber ile yürüyen sahabeler yolda köpek leşi görürler. Çok kötü kokmaktadır ve sahabeler burunlarını kapatmıştır. Tam da bu sırada Hazreti Peygamberle göz göze gelirler. Peygamber Efendimiz onlara müthiş bir ders verir: Ne güzel dişleri vardı gördünüz mü?’’
İşte Fethi Gemuhluoğlu bu olayın ruhunu içine sindirmiş, herkeste ve her şeyde güzel olanı arayan ve bulan bir insandı. Meziyetleri olan gençleri bir araya getirir, birbirleriyle tanıştırır, o gençlerin güzel hasletlerini etrafındaki tüm insanlara anlatırdı. O gencin o vasfından övgüyle bahsederek o vasfının ilerlemesi ve gelişmesi için çalışırdı aslında.
Nuri Pakdil ‘Bağlanma’ adlı eserinde tamamıyla onu anlatmıştır. Necip Fazıl Kısakürek Babıali’de, Cahit Zarifoğlu Yaşamak’ta ona müstakil yerler ayırmıştır.
Bıkmadan usanmadan gençlerle ilgilenmiştir. Bir dönem Almanya’da kalması icap ettiğinde Nuri Pakdil ile mektuplaşmaya devam etmiştir.
Buyrun Nuri Pakdil’e yazdığı bir mektubu paylaşıyorum sizlerle. Bir adam düşünün ki kilometrelerce uzaktan, yetişmesini istediği bir gence tavsiyelerde bulunsun. ‘Sanattan uzak kalma, şu isimleri bul ve onlarla mutlaka tanış’ desin.
Nuri,
Sezai İstanbul’da değil mi? Sen Babıali, Cemal Nadir Sokağı No 5’de İrfan Atagün var, onu ve Alphan’ı tanıyor musun? Onları tanı. Türkoloji asistanı Mehmet Çavuşoğlu’nu da tanı.
Sen hiç Kani Karaca’dan Sure-i Rahman dinledin mi? Ağlar oldun mu?
Niyazi Sayın veya koca üstad Halil Can üflerken sen yeniden doğdun mu? Ya çok puslu, ya ay-aydınlık bir sabahta Anadolu Kavağı’na kadar gittin mi?
Ali Nihat Hoca’ya var. Mehmed aracı olsun. Benim için de Nat-ı Şerifler, mersiyeler toplayın.
Sana gençlerle bir araya gelip ivazsız garazsız, bir sahabe ahlakı murat ederek, bir ensar ve muhacirin düzeni kavilleyerek sohbet ediyor musun? Rüya ve gerçek yan yana.
Memleket nicedir, onu da bilemiyorum. Mehmet Çavuşoğlu’na varırsan o lütfen bana Kamil Turan’ın adresini iletsin. O çocuk da pırıl pırıl, düzenli bir kafadır. Ah şu profesyonelleri bir terk etseniz yol açılacak. Ya sabır, ya Hû.
Neye ihtiyacımız var biliyor musunuz? Kafe köşelerinde gündelik siyaseti
n içinde fikirlerden, ideolojilerden öte ‘kişi’ lerin konuşulduğu genç ortamlarından o gençleri çekip çıkaracak ve etrafında toplayacak fikir adamlarına.
Konuştuğunda ağzından çıkan kelimeleri kulaktan kalbe ve beyne işletebilen hatiplere. Söyledikleriyle yaşantısı birebir örtüşen adamlara. Tavlada zar atarken dava tweetleri atanlara değil.
Uzaklardan Nuri Pakdil’e , ‘Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören , Bahattin Karakoç büyük nefesli gençler. Mutlaka bir araya gelin’ diye salık veren Fethi Gemuhluoğlu’nun derdinde olan mihenk taşlarına ihtiyacımız var.
Şimdilerde herkes ikbal derdinde. Sosyal medyadan yazılan 140 karakter ile karakterli gençler yetiştirme derdindeyiz.
Yok mu içinizde Fethi Gemuhluoğlu’lar?
Ses verin ağabeyler…
EMRE ÇALIŞKAN
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE GENÇLİK
Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ülkemiz gençliği için her yönüyle oldukça önemtaşımaktadır. On yılların bitmeyen ideolojik kutuplaşmaları neticesinde türlü yönlere savrulan ülkemiz gençliği, gençlik en büyük zenginliğimizdir deyişine oldukça manidar bir cevap verme fırsatına bu seçimdeki tavrıyla sahip olacaktır.
Gençliği son yüz elli yıllık tarihimizde farklı fikirler etrafında kümelendirerek sahip olduğu zenginliğini icra etmesine fırsat vermeden ideolojik kalıplara büründüren akıllar, onu zenginlik olarak ifade ederken aslında kendi pozisyonlarına dair onları meşrulaştırıcı figürlere çevirme gayretinde oldular. Tanzimat’la, Islahat Fermanıyla, Meşrutiyet’le, tek partili dönemin yurttaşlık vazifesiyle, darbelerin gölgesinde yetiştirilen yeni nesillerle ülkemiz gençliğine en büyük zenginliğimiz sizsiniz şeklinde hitap edilirken bu zenginliğe saygı duyulmayan bir baskı uygulandı. Gençliğin sahip olduğu iradesini kontrol etme hevesi bu saydığımız dönemlerde ayyuka çıktı. Böylece bizim gençlik algısı etrafında gençliğimiz kardeşiyle, sınıf ve sıra arkadaşıyla, sokak ve mahalle arkadaşıyla bir araya gelemez oldu veonu tehdit unsuru gören bir kimliğe büründürüldü.
Gençlik, iradesi elinden alınarak, siyasal akımların gençlik teşkilatlarına üye yapılıp memleketi diğerlerinden kurtarma çatışmasına sürüklendi. Daha kim olduğunu bilmediği, ortak yönlerinin ne olduğunu sorgulamadığı ortak hal (bugün) ve geleceğin mimarı olacağı akranlarına, karşı konulmaz bir öfkeyle mücadeleye girmesi istendi ondan. Bizim gençlikaferinleriyle pohpohlanan gençliğimiz fiziki, zihni ve kalbi yönleriyle sahip olduğu tüm enerjisini sırtını sıvazlayan kesimlere bıraktı.
Gençliğimiz ne zaman ki sokağın insanın aklını başından alan kitlesel eylemlerinden uzak durmayı tercih etti işte o zaman apolitik tanımlamasıyla hor görüldü. Seksenli ve doksanlı yılların liberalleşen Türkiye’sinde gençliğimiz de kendini keşfetmeye, marjinallikten uzak durmaya ve çevresindeki diğer gençlerle bir nebze de olsa iletişim kurmaya meyilli olunca apolitik gençlik dışlamasıyla yeniden siyasete, yani, sokak siyasetine davet edildi. Kendisine öğretilen siyaset, katı bir ideolojik tarafgirlikle üretilecek türden bir siyasetti. İdeolojik maskelere bürünerek kendi genç insan kimliğinden soyutlanarak, kaldırım taşlarının soğukluğunu avuçlarında hissederek yeniden siyasete geri dönme yoluna başvuran gençliğimiz, Haziran 2013’te Gezi olaylarıyla yeniden aynı tuzağa düşmüş oldu.
AK Parti hükümetlerince gençliğe siyasal, sosyal, kültürel ve eğitim alanları başta olmak üzere sunulan hizmetlerle gençliğin dünyasında yeni bir pencere açılmış oldu. Bu pencerenin sadece manzarası gence verilen vaatlerden oluşmamaktaydı. Dahası gencin iradesini sosyal hayatın ve siyasal yapıların merkezine nakşetmeye yönelikti ve bu doğrultuda önemli gelişmeler de elde edildi. Böylece gençliğimiz yirmi beş yaşında seçilme hakkını elde ederek, siyasal partilerde sadece kas gücü olmaktan çıkıyor ve zihinsel güç haline de gelerek partilerin vicdanlarına da hitap etmeye başladı.
AK Parti çatısı altında ilk meyvelerini veren bu gelişme neticesinde yerel yönetimlerden parlamentoya kadar gençliğimiz sorumluluk sahibi oluyor ve en büyük zenginliğimiz gençliğimizdir sloganının etkisiz ve çaresiz kalan yönlerini tamire girişiyordu.
Bu gelişmelerden sonra sadece AK Parti’ye gönül vermiş gençliğin değil topyekûn ülke gençliğinin iradesine sahip çıkması ve kendi hal ve geleceğine sahip çıkma konusunda bu gelişmeleri taçlandırması önem taşımaktadır. Bu bakımdan gençlik adına elde edilen kazanımları kurumsal hale getirecek ve kalıcılığını temin edecek bir karara imza atarak cumhurbaşkanlığı seçiminde halkın gönlüne taht kurmuş ve AK Parti’nin ortak istişarelerle netleştireceği aday yönünde tercihte bulunması önemini artırmaktadır.
Gençliğin fikri akımların etkisinde olması ve buralardan beslenmesi genel olarak sorun değildir. Fakat bu yapılarda yer alırken kendi tercihlerini oluşturabilmeleri, savunabilmeleri,bunları ifade ederek bizzat yine kendileri tarafından temsil etmeleri tarihi bir dönüm noktası olacaktır.
On yıllardır gençliğin enerjisi farklı kesimler arasında ülke içinde sorunlar haline çevrildi. Birbirini tanımayan, birbirini anlamayan ve dinlemeyen genç nesiller yetiştirildi. Gündelik hayatın duygu yüklü kavramları, yaşam tarzları ve insani değerleri siyasal söylemin diğerlerini dışlayıcı söylemi haline getirildi. Ne zaman ülkemizde gözyaşının önüne geçecek adımlar atılmak istense üretilen dışlayıcı siyasal söylemler aracılığıyla gençlik huzursuz edildi. Gözyaşları gözyaşlarıyla dindirilmek istendi. Acılara yeni acılar eklendi. İç ve dış tahrikler yoluyla apolitik diye eleştirilen gençlik yeniden sahaya çekilerek arka planda tutulan karanlık çıkarlara yönelik sokaklara çekildi.
Bu tahriklere karşı ülke gençliğini bir bütün olarak gören AK Parti, ortaya koyduğu gerek icraat ve gerekse söylemleri ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın vakur duruşu ve gençliğe olan saygı ve inancıyla gençliğimizin arasında kapanmayacak yaralara vesile olacak sokak çatışmalarına engel oldu. Gençlik en büyük zenginliğimizdir söylemine hayat verecek nitelikte gencin aklına, kalbine ve hissiyatına saygı duyuldu. Seçilme yaşının on sekize inmesi yönünde gösterilen çaba siyasal bir hamle olarak değil, aksine, gençliğin kendini hayatın tam ortasında hissetmesine yönelik sosyo-psikolojik bir açılım olarak savunuldu. Böylece bir gencin kendini önemli hissetmesi için kendini yetiştirmesi halinde başka bir etkene gerek olmadığı vurgulandı. Gencin referansının yine kendisi olduğu; ailesiyle, çevresiyle, sokak ve mahallesiyle, ülkesiyle ve dünyayla iletişim kurarak kendi değerine haiz önemli bir fert olduğu ona gösterildi. Diğer alanlarda gence sunulan imkânlar ile gencin sadece siyasal bir nesne olarak görülmediği, sosyal hayatın her kademesinde ve köşesinde önemli bir özne olduğuna inanıldı ve bu yönde adımlar atıldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri genel olarak gençliğimizin bu kazanımlara sahip çıkması anlamına gelmektedir. Kendi haline (bugün) ve yarınına sahip çıkarak, ülkemizin geleceğine dair söz sahibi olurken aynı zamanda yetişecek yeni nesillere de yeni imkânları oluşturma bilincine vakıf olmasını doğurdu. Böylece gençliğimiz halkın oyu ile seçilecek cumhurbaşkanının ülkemiz açısından ne denli önemli olduğunu öncelikli olarak kavramalıdır. Toplumsal birlikteliğimizin ve gelişmiş ülkelere karşı dünya üzerinde daha etkin bir rol sahibi olmamız için mevcut siyasal sistemin güçlü bir Türkiye’yi şekillendirmeye yetersiz kaldığını fark etmelidir.
Gençliğimizin enerjisini üretip bu enerjiyi bilimde, sanatta, siyasette, ticarette, sosyolojik olgularda, kadim medeniyetimizin insani değerlerinde ve düşünce geleneğinde işleyip, akabinde yeniden dünya genelinde insanlığın ortak malı halinde hizmete sunacak bir Türkiye’ye ihtiyaç bulunmaktadır. Yüzyıllardır muhacir her kavme ve millete ensar görevini layıkıyla yerine getiren Anadolu topraklarının sahibi olan gençliğimiz bu bilinçle yeniden dünyaya insani değerleri ve adaleti sağlayan, tarihin etkin öznesi olmayla yüz yüze gelmiştir. Bu bakımdan önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi hem ülkemizin iç huzuru hem de dünyaya yeniden sunacağımız değerler bakımından tarihi hüviyettedir.
Gençliğimiz bu tarihi sorumluluğuna en iyi şekilde sahip çıkacak ve en büyük zenginliğimizolduğunu her kesime gösterecektir. Zira biz AK Parti çatısından baktığımızda ülkemiz gençliğini farklı kutuplara bölerek bizden olanlar ve olmayanlar şeklinde görmemekteyiz. Biz AK Parti çatısından baktığımızda ülkemizin her ikliminde yer alan gençliğimizi Türkiye’nin vefa yüklü gençleri olarak görmekteyiz. Anadolu’nun bin yıldır ürettiği medeniyetin meyvesi olan günümüz gençliği, farklı kutuplardan esen rüzgarların önünde eğilip bükülmeyecek güçlü bir gövdeye, aklını kemiren ve onu şüphecilin dipsiz kuyusuna mahkum etmeyecek sağlam bir imana ve kalbinde insanlığın yaratılmış güzelliklerinin sevgisini yaşatacak sevgiye sahiptir.
EMRE ÇALIŞKAN
‘HE YAV HEE, ERDOĞAN DİKTATÖR!’
Finlandiya Cumhurbaşkanı resmi bir ziyaret için gelmişti Türkiye’ye. Külliye’de ortak basın açıklaması yapılıyordu. Gazetecilerden biri söz aldı. Eline mikrofon verildi. Bozuk Türkçesiyle yerli gazeteci olmadığı anlaşılıyordu. Elindeki deftere ara ara bakıp şu soruyu sordu: ‘Ben güzel ülkenizi gezdim dolaştım. Bazı vatandaşlarınız sizden korkuyor. Sizin diktatörlükle ülkeyi yönettiğinizi söylüyorlar. Ne diyorsunuz bu konuda?’
Cumhurbaşkanı Erdoğan soruyu sakince dinledi ve kısa, net ve açık şu cevabı verdi:
‘Eğer ben diktatör olsaydım sen bu soruyu soramazdın bana.’
Birileri bu cevabı da beğenmedi. Her zamanki gibi eleştirdiler. Erdoğan sonuna kadar haklıydı. Çünkü diktatörün olduğu hiçbir ülkede, hiçbir zaman diliminde böyle bir soruyu halka açık bir yerde kimse sorma cesaretini kendinde bulamazdı. Sorsa bile bu, sorduğu son soru olurdu.
Algı oluşturmak adına sadece belli bir grubun, sanki bütün bir millet onlar gibi düşünüyormuşçasına, şehrin en işlek meydanlarında, en çok izlenen kanallarında, yazılı yayınlarında, sosyal medyada Erdoğan için kullandıkları bu kelimenin Dünyadaki karşılığı nedir bilmek gerek.
Kimdir diktatör? Anlamı nedir sahi?
Diktatör, sözlük anlamıyla ‘bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse, zorba’ olarak tanımlanır. İnsanlık tarihinin başından itibaren, insanlar yerleşik hayata geçip toplumsallaştıktan sonra, bu toplumsal yaşamı düzenleyen kurallar koydular. Hukuk kuralları, din kuralları, ahlak kuralları, görgü kuralları… Kurallar da kurallar… Fakat iktidarı ve gücü gerek demokratik yöntemlerle, gerekse farklı yöntemlerle ele geçiren bazı yöneticiler kendi gücünü sarsabilecek, kendine karşı durabilecek tüm insanlara her türlü acıyı yaşatmaktan kaçınmayıp, ülkelerini cehenneme çevirmeyi tercih ettiler. Neden? Devam-ı iktidar için…
Mao Zedong… Çin Komunist Devrimi Lideri. 50 milyondan fazla insanı katletti. 50 milyon! ‘Sosyalist Eğitim’ hamlesi adı altında kendisine muhalif ne kadar entelektüel varsa hepsini öldürttü.
Benito Mussolini… İtalya’da tüm siyasi partileri kapattı, faşist partiler dışında. Lakabı ‘duçe’ idi. Yani lider… 400 bin insanın ölümünden sorumlu.
Nikolay Çavuşesku… Romanya’nın Lideri. Kendisine muhalif ne kadar medya kurumu varsa hepsini kapattı. Her şeyi karneye bağladı. Yiyecek, giyecek, ilaç sıkıntısı çeken halk ona karşı eylem yapmaya kalkışınca Timaşvar’daki gösteri yapan halkın üzerine ateş açma emri verdi. Ortalık kan gölü idi…
Bu örnekleri, üzülerek söylüyorum ki, uzatmak mümkün. Şimdi bu yazıyı okuyan o malum grup şunu diyecek, o diktatörlükler geride kaldı. 2015 senesindeyiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var, Birleşmiş Milletler çalışıyor. Ve yine söyledikleriyle çelişip Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğünde ısrar edecekler.
Peki uzağa gitmiyorum. 2015 senesinden, bir devlet başkanından bahsedeceğim. Kuzey Kore’nin Genç Lideri Kim Jong-Un ‘dan. Neler yapıyor ülkesinde, diktatör nasıl olunurmuş görün…
Bir kere ismi kendisine zimmetli. Ülkede kimin adı ‘Jong-Un’ ise isimlerini değiştirmeleri emredildi.Yeni doğan bebeklere kesinlikle Jong-Un ismi verilmesi yasaklandı. Tek adam olacaktı ve tarihe sadece onun adı geçmeliydi. Trajikomik…
Ülkede ne kadar erkek öğrenci varsa saçlarını liderleri gibi kestirmeleri şartı koyuldu.
Ülkede sadece bir siyasi parti var: Kore İşçi Partisi. KİP dışında başka bir parti kurulması yasak.
Yabancı gazetelerin yayın yapmasını bırakın ülkeye girmesi yasak.
Televizyonda sadece iki kanal var. Saat 17.00 ile 23.00 arasında yayın yapıyorlar. Birinde sadece haber diğerinde kültür-sanat yayını var. Haber dediysem neyin haberi, tabi ki Kim Jong-Un'un propaganda görüntüleri.
Ülkede internet bağlantısı yok. Devletin intraneti var. Bu intranet sadece üniversite ve kütüphanelerde mevcut. İntranetin içeriğini de devlet kendisi belirliyor zaten.
Peki bütün bunlar oluyorken halk hayatından memnun mu dersiniz? Hayır…
Alınan maaşlar ortalama 150 Euro civarında. En yüksek maaş 400 Euro. Halkın büyük bir kısmı açlık sınırında yaşıyor. Ama sıkıntı ne kadar büyük olursa olsun, baba evladına dahi devletini eleştiremiyor.
Nasılmış diktatörlük?
Eğer şu yazdıklarımı Kuzey Kore’de yazıp bir şekilde yayınlama imkanı bulabilseydim bu da benim son yazım olurdu.
Gelelim Türkiye’ye… Recep Tayyip Erdoğan’a…
Daha birkaç gün önce ulusal yayın yapan bir kanalda sözüm ona aydınlar ağza alınmayacak küfürler ettiler Erdoğan’a… Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanına yani… Delikanlı küfür etmez de, ediyorsa da delikanlıca eder, bunlar öyle de değil, Türkçe konuşup ‘ben aslında Azerice söyledim, Azericede de anlamı şu’ diye de kıvırarak.
Sosyal Medyada edilen hakaretlerin küfürlerin haddi hesabı yok…
Her ne yaparsa yapsın diktatörlükle suçlanan bir lider düşünün.
Sigara içmeyin diye yapmadığı şey yok. Halkının arasında cebinde sigara gördüğü vatandaşının sigarayı bırakmasını istediği için ne gerekiyorsa yapıyor. Birileri onu diktatörlükle suçluyor sırf bu yüzden. ‘Sigara benim ciğer benim’ diyorlar. Eyvallah…
Kürtajla ilgili düzenleme yapıyor. ‘Evlenmem sevişirim, hamile kalırım doğurmam’ diyorlar. Yine diktatörlükle suçluyorlar.
Diktatörlerin olduğu ülkelerde bırakın özel televizyon kanallarını devlet kanalları bile sınırlı sayıda iken bizde TRT’nin son kanal sayısını bilen yok.
Diktatörlerin olduğu ülkelerde internet yasakken, 4G olmaz, direkt 5G’ye geçelim diyor, sanane kardeşim sen karışma, diktatörlük yapma diyorlar.
Diktatörlerin olduğu ülkelerde vatandaşın yurt dışına çıkmaları bile yasak düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de şu an vizesiz seyahat edilebilen ülke sayısı 106. Bu sayının artması için de harıl harıl çalışılıyor.
İşte böyle benim güzel ülkem…
Şimdi soruyorum size?
Kim diktatör? Siz televizyonlarda, gazetelerde bütün bu yakıştırmaları yaparken, iftiraları atarken, hakaretleri, küfürleri ederken O da her vatandaş gibi anayasal haklarını kullanarak bunları yapanlara dava açıyor, kazanıyor. Bu sefer de basın özgürlüğü yok diyorsunuz.
Derdiniz ne sizin?
Sizin derdinizi sizin diktatör dediğiniz adamı yüzde 52 ile Cumhurbaşkanı yapan halk çok iyi biliyor…
Şimdi her fırsatta Recep Tayyip Erdoğan’a diktatör diyenlere sadece şunu deyin ve ciddiye bile almayın onları:
‘He yav hee, Erdoğan Diktatör!’
17.10.2015
EMRE ÇALIŞKAN
ERDOĞAN GÖNÜLLÜLERİ
Genel Başkanımız ve Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandıktan sonra gerçekleştirilecek kampanya için başta partililer olmak üzere vatandaşlarımız heyecanlı bir bekleyişteler. Bu bekleyişte yer alan ve yeniden seçim sürecine dâhil olarak heyecanını,motivasyonunu, şevkini üst düzeyde tutan gençlerimiz bir an önce kampanyanın başlamasına kulak vermiş durumda.
Başbakanımızın yurt içinde yaklaşık kırk beş il mitingi olacak.
AK Gençlik daha önceki seçim ve miting tecrübelerini taçlandıracak bir seçim arifesinde olmanın mutluluğundadır. Siyaseti millete hizmet etmenin yolu olarak Genel Başkanı ve Başbakanından ve onun ekibinden öğrenen AK Gençlik,Gençlik Kolları altında işlediği siyasal davranışlarını da hem kendi sosyal ve siyasal gelişimi için bir okul hem de toplumsal gelişim için vicdani bir yapı olarak görmüştür. Bundan dolayıdır ki gençliğimiz seçim takvimleri arasındaki dönemlerde eğitim, sosyal ve kültürel programlarla gelişiminekatkı sağlamıştır. Seçim takvimleri başladığında ise yüklendiği bilgi ve heyecanını sahaya yansıtarak, milli iradenin yeniden ayağa kalkmasına hizmet sunarak,milletimize hayırlı evlatlar olmanın sorumluluğunu yerine getirmenin haklı gururunu yaşamıştır.
Cumhurbaşkanlığı köşk manifestosu 10 Temmuz’da Başbakanımız tarafından halka ve sivil toplum kuruluşlarına açıklanacak. Böylece cumhurbaşkanlığı seçimlerine gönüllü olarak tüm halkımızın katılımının önü açılacaktır. Seçim süresi boyunca oluşturulacak “Erdoğan Gönüllüleri” seçimde aktif olarak yer alacak. Kırk beş il mitinginin yanı sıra diğer il organizasyonları ile seçim heyecanı gönüllülerin de çalışmalarıyla tüm illerimizde coşkuyla yaşanacak.
Gençliğimiz için “Erdoğan Gönüllüsü” olmak, ister AK Gençlik üyesi olsun ister parti dışından destekte bulunsun oldukça önemli bir çalışma alanı olacaktır. Çünkü bugünün gençleri kendi çocuklarına hazırlayacakları yarının Türkiye’si için ilk defa halkın oyu ile seçilecek cumhurbaşkanına oy vermenin ötesinde bir sosyo-psikolojik erdeme ulaşacaktır. Kendi oyu ile seçeceği cumhurbaşkanı için ayrıca “Erdoğan Gönüllüleri” içinde yer alarak harekete geçmiş olacak ve milli iradenin Köşk’te temsili için, kendi geleceği ve çocuklarının geleceği için sivil siyasetin iktidara tam olarak yansımasınınmücadelesinde yer alacaktır. Bu bakımdan gençliğimiz için önemli bir dönüm noktası olan cumhurbaşkanlığı seçimi, devletin gerçek manada millet tarafından yönetilmesine sağlayacak; karanlık odakların devleti işgal edip vesayet oluşturarak milletin iradesine ipotek koymasını ortadan kaldıracaktır.
Sivil siyasetin iktidara tam olarak sahip olması ve liderimiz, Genel Başkanımız ve Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Köşk’e çıkarak bu dönüşümü taçlandırması Anadolu’nun sahip olduğu bin yıllık ortak aklını ve iradesini yeniden dünyaya sunmasının fırsatı olacaktır.
Böylesine önemli bir gelişmenin gönüllüleri olmak, gençliği olmak ve 2002 yılından günümüze bu tarihi dönüşümlere tanık olmak AK Gençliği ve ülkemiz gençliğini heyecanlandırmaktadır. Bu yüzden de “Erdoğan Gönüllüleri”arasında yer alarak, partili veya parti üyesi olmaksızın şahitliğimizi ortaya koyacağız ve ülkemiz gençliği olarak her zaman milletin iradesine sahip çıkmanın her türlü çabası, mücadelesi ve ahlaki temsilcisi olma yolunda olacağız.
EMRE ÇALIŞKAN
YENİ TÜRKİYE VİZYONU VE GENÇLİK
Milletimiz kendi iradesiyle ilk defa cumhurbaşkanını seçerek Türkiye için tarihi bir olayı gerçekleştirmiş olacak. AK Parti ile 2002’de başlayan büyük dönüşüm, statükonun oluşturduğu sorunları bir bir çözerek halkımızı daha güçlü hale getirdi.
10 Ağustos tarihi ise bu yönde siyasal değerinin yanında önemli bir dönüm noktası olacaktır.Vesayetçi her türlü zihniyetin siyasette bulduğu karşılığının en üst makamdan imha edileceği tarih olan 10 Ağustos, sosyal hayatta gençliğin önünü açacak bir miladı da vurgulamaktadır. Yıllarca elit ve vesayetçi yapıların, statükonun ve uzantılarının siyasal iradeyi millete bırakmaya niyetleri olmadı. Bu yapılar gençliğe de aynı gözle bakarak gençliği sosyal, siyasal, iktisadi ve kültürel kurumlarda vesayete boyun eğen bir karaktere büründürmek istemiştir.
İleri demokrasi anlayışının toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmesiyle gençlik, adeta on yıllarca oyalanması için önüne konan her türlü oyuncağı bilinçli bir şekilde reddedecektir. Bu reddediş beraberinde sosyolojik olarak özgürlüğün kullanımı meselesini doğuracaktır. Bu mesele ise ‘sorumluluk’tur.
Yeni Türkiye yolunda hızla ilerlerken, ülkemizin sahip olacağı vizyonu aşağıdaki anlayış çevresinde olacaktır:
- Gelişmiş demokrasi,
- Siyasi ve sosyal normalleşme,
- Toplumsal refahın artması ve
- Dünyada öncü ülkeler arasına girmek.
Bu vizyon içinde büyüyen ve gelişen gençliğimiz asıl meselesi olan sorumluluğunu yine bu vizyon içinde yerine getirecektir. Çünkü artık eski Türkiye’nin kısır tartışmaları ve korkuları yerine yeni Türkiye’nin aydınlık vizyonu gençliğin gelişiminin mayası olacaktır. Bu bakımdan gençliğimiz taşıdığı sorumluluk gereğince toplumsal rollerini bilinçli şekilde ifa ederek, milletimizin ve devletimizin kalkınmasına lokomotif olmanın haklı gururunu taşıyacaktır.
AK Parti gençliği olarak bizler de bu sorumluluğun farkına varan gençler olarak girmiş olduğumuz her seçimde olduğu gibi, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi için de tüm enerjimizle sahada yer alarak, ülkemizin geleceğinin inşasına katkı sunacağız.
Yeni Türkiye hızla inşa edilirken biz gençler bu sürecin dışında kalamayız.
Yeni Türkiye hızla gelişirken biz gençler bu gelişime yabancı kalamayız.
Yeni Turkiye hızla gelişirken biz gençler eski Türkiye’nin bekçileri olamayız.
Yeni Türkiye hızla gelişirken biz gençler tarihi sorumluluğumuzu sırtımızdan atma sorumsuzluğunu sergileyemeyiz.
Biz gençliğe yakışan, siyaseten olduğu kadar sosyolojik olarak da yeni Türkiye’nin sahiplenicisi, temsilcisi ve üreticisi olmaktır.
EMRE ÇALIŞKAN
AK GENÇLİĞİN VİCDAN VE İNSANLIK CEPHESİ: FİLİSTİN
Bugün Filistin her Müslüman gencin sonuna kadar savunması gerektiği bir davanın adıdır. İnananlar kardeştir. Bu yüzden Müslüman gencin aklı kardeşinden ayrı olamaz ve kalbi de onun acılarını hissetmeden atamaz. Biz bugün Filistin’e her zamankinden daha sıkı sarılarak hem kardeşlik hukukumuzu yerine getiriyoruz, hem de birlik ve beraberliğimizi dünyevi ihtiraslara kurban etmiyoruz.
Filistin, bizim miraç yolculuğumuzun başlangıç noktasının topraklarıdır. Bugün gençlik olarak aklımız ve kalbimiz miraç için Kudüs’e uğramadan yol almak isterse eksik kalır. Sırtımızı Filistin’e dönersek, Kudüs’ü, Gazze’yi ve bu topraklarda İsrail tarafından işlenen insanlık suçlarını görmezlikten, duymazlıktan gelirsek miracımız eksik kalır.
Efendimiz (sav) Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerle buluşup, onlara imam olarak namaz kıldırmıştı. Böylece dini önderliğin İsrailoğulları’ndan alınıp yeni bir ümmete, yeni bir peygambere ve yeni bir Kitab’averilmiş olduğu tüm dünyaya duyurulmuş oldu. İşte bizim için Filistin davası sadece siyasi sınırlar içinde cereyan eden ve iki halk arasındaki devlet sorunu değildir.
Filistin bugün bizler için inancımızın gereğince hissettiğimiz bir sorundur. İnancımızla beraber insanlık onurumuzdur. Evrensel insan hakları adı altında ne kadar özgürlük kıstası varsa bu açılardan da savunmamız gereken başlıca bir sorunumuzdur. Filistin hem inancımız gereğince hem de aklımız ve kalbimiz gereğince sorunumuz olduğundan asla ve asla sadece bir dış politika unsurumuz değildir. Kalbimiz kadar iç meselemizdir. Kalbimiz ne denli hoşgörülü ise, kalbimiz ne kadar temizse ve insanlık için ne kadar hassassa, Filistin de o denli kalbimizdedir; içimizdedir. Kalbimiz katılaşmışsa, kirlenmişse ve duyarsızlaşmışsa ne yazık ki Filistin içimizde değildir. Siyasi argümanlara ve ideolojik konumlandırmalara göre sadece bir dış politika argümanıdır.
Biz gençlik olarak Filistin’i kalbimizde hissediyoruz.
1897 yılında İsviçre’de, Basel kentinde, Theodor Herzlliderliğinde toplanan 1. Siyonist Kongre’den günümüze, İsrail’in Filistin topraklarını haksız işgal ettiğini ifade ediyoruz. 1947’de İngiltere’nin Filistin sorununu BirleşmişMilletlere devretmesiyle, bir yıl içinde, 1948’de, İsrail devletinin kurulmasına zemin oluşturdu. 5 Haziran 1967’de, İsrail, “Altı Gün Savaşı’nda” Gazze ve Golan tepelerini Mısır ile Suriye’den aldı ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü işgal etti. Böylece İsrail Orta Doğu haritasını değiştirerek iki misli büyümüş oldu.
İsrail’in her yıl artırarak devam ettirdiği insanlık dışı uygulamalarına AK Gençlik olarak bizim de sessiz kalmamız mümkün değildir. Bize düşen görev Genel başkanımız, Başbakanımız ve halkımızın oyuyla seçilecek Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın cesurca ilerlediği bu yolda, onun ekibinde yer alan her bir büyüğümüze alttan gelen yeni nesiller olarak katkı sunabilmektir. Belki bizim nesil, 2001 yılında İsrail’in Cenin Mülteci Kampında 1500’ü aşkın Filistinliyi katletmesini yaşı itibariyle o günlerde fark etmemiş olabilir ama bugün için bu yapılanları fark etmememiz mümkün değildir. Zira İsrail, aynı vahşiliği bugün de kumsalda oynayan çocukları katlederek sergilemeye devam etmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda cephemiz olan Filistin bugün bizim vicdani ve insanlık cephemizdir. Miracımızın yolu üzerindedir. Büyük ideallerimizin önünde yer alan sorunumuzdur. Milli birliğimizi tesis etmek için yara bandımızdır. 2023 ve 2071 hedeflerimizi gerçekleştirmemiz yolunda önemli bir meselemizdir. AK Gençlik olarak her zamanda, koşulda ve ortamda İsrail’in Filistin halkına yönelikzalimane tavrını dillendireceğimizin sözünü veriyoruz. Başbakanımızın dediği gibi: “Biz susarsak, biz susturulursak, bilin ki kaybeden sadece Gazze değil, kaybeden Türkiye’nin bağımsızlığı olur.” İşte biz gençler bu yüzden susmayacağız. Manevi ve maddi miracımız için adalet demeye, insanlık demeye ve mazlumun yanındayız diye konuşmaya, azimle çalışmaya devam edeceğiz.
Emre ÇALIŞKAN
NEREYE GİDİYORUZ?
ASIM'IN NESLİNE Mİ?
HALUK'UN NESLİNE Mİ?
Asım ve Haluk… Yepyeni iki genç tasavvurunun iki farklı vücutlaşmış ismi. Aynı dönemde yaşayan iki apayrı şairin gençlik modellemesi ve nesil ideali üzerine ortaya çıkan iki ayrı isim.
Haluk,Tevfik Fikret’in öz oğlu, Asım ise Mehmet Akif Ersoy’un hayal ettiği ve ruhunda canlandırdığı gencin adı. Yani Haluk gerçek, Asım sanal kişiler. Fakat bu isimlere sadece iki farklı insan modeli gibi değil, daha büyük resme bakarak ‘rol model genç’ persepektifinden bakmak gerek. İki farklı şairin iki ayrı saftaki,iki farklı bakış açısı,iki farklı ideal…
Haluk batı eğitimi görmüş, yurt dışına çıkıp farklı medeniyetlerin kültürünü yaşamış ve benimsemiş bir genç. Aynı zamanda da Tevfik Fikret’in kendi oğlu üzerinden sembolize ettiği bir gençlik modeli Haluk.
‘Karanlığı boğacak ışık, gökten deha-yı narı çalacak kahraman.’ Önce Robert Koleji’ni bitirir ardından İskoçya’ya gider. İskoçya’dan Amerika’ya. Kendi kültürünü benimsemeden batı kültürünün etkisine girer ve dinini değiştirir. Bir Hristiyan olarak 1965’te Park Lake Presbyterian Kilisesinde rahipken ölür. Yani 1915’lerde ve sonrasında ne Çanakkale Savaşı’nda ne de Kurtuluş Savaşı’nda Haluk’u göremeyiz.
Şimdi de Asım’ı tanıyalım. Akif’in eserinde Köse İmam’ın oğlu olarak ifade edilir Asım. (Yaptığım araştırmalardan edindiğim izlenim ve bilgilere göre bir çıkarımda bulunarak şahsen ben Asım’ın Akif üstadın ruh dünyasının çok daha derinliklerinde daha da eski tarihlere giderek Asr-ı Saadette yaşamış Mekke’li Müşriklerin karşısında İslam’ı savunmak adına cesurca direnen, güçlü, basiretli, delikanlılık abidesi Asım bin Sabit olduğu kanaatinde olsam da Safahat’ın altıncı kitabında, Asım’da bahsedilen Köse İmam’ın oğlunu yazacağım.) Manzumede askere gitmeden önce vurdumduymaz olan, katıldığı Çanakkale Harbi’nden sonraki süreçte zalimlere, adaletsizliğe, haksızlığa ve düzeni bozan her şeye karşı dimdik duran Asım’ı anlatır Akif. Meyhaneleri basan, sarhoşları döven, hatta Bab-ı Ali’yi basmayı düşünen Asım. Bütün bunların kaba kuvvetle çözülemeyeceğini anlatmak için Mehmet Akif Asım’ı karşısına alır ve nasihat eder. Yeni nesillerin ancak ilimle fenle yetişeceğini anlatır ve Asım’ı Almanya’ya yollar. Döndüğünde de vatanına hayırlı vazifeler yapması gerektiğini anlatır. İslami İlimlerce donanımlı, batının o dönemlerde başarılı olduğu ilimleri de özümsemiş, doğuya da batıya da hakim, tarihini hıfzetmiş bir genç olmasını arzu eder.
Görüldüğü gibi iki farklı gençlik tasavvurudur Asım ve Haluk. Asım tarihiyle bütünleşmiş bir gençliğin, Haluk ise Cemil Meriç’in ifadesiyle ‘tarihinden kaçanların’ ismi olmuştur.
Buradaki amacım tabi ki de Haluk’u kötüleyip Asım’ı yüceltmek değildir. Bizler yeni Türkiye’nin gençleri olarak dilimize pelesenk ettiğimiz Asım’ı çok iyi tanımalı,özümsemeli ve Akif Üstadın dizelerinde hayat bulmalıyız. Bununla beraber Haluk’u da tanımalıyız. Tevfik Fikret ve Mehmet Akif yıllar boyunca yenilikçiler ve muhafazakarlar bağlamında değerlendirilse de ortaya koydukları iki gençlik modellemesini 2000’li yılların gençleri olarak bizler çok net bir şekilde görebiliyoruz.
Yeni haber alma mecrası sosyal medyada birbiriyle çatışan, birbirine klavye üzerinden mesajlar veren gençler ya Mehmet Akif’in dizeleriyle, ya Tevfik Fikret’le, ya Necip Fazıl’dan sözlerle ya da Nazım Hikmet’ten alıntılarla birbirlerine göndermeler yapıyorlar. Ortada olanların vazgeçilmezi Mevlana. Fikri derinliği olan, vizyoner bir gençliği hedeflediğimiz bu zamanlarda nereye gidildiğini , kimlerin rol model alındığını tespit ettiğimizde çok da iç açıcı bir tabloyla karşılaştığımızı söyleyemem. Asım ve Haluk’lar her dönemde vardı ve olacak. Fakat hangi fikri savunursak savunalım, hangi ideolojide olursak olalım alt yapısı güçlü, ne söylediğini bilerek konuşan, kültürlü ve donanımlı tabir-i caizse ‘attığını vuran’ bir gençliğe ihtiyacımız var.
Asım ile fazilet, iman, irfan ve bilimle donanmış ahlaklı, kişilikli ve dimdik duruşlu bir gençlik hayalini kuruyoruz. Bu gençliğin yetişmesi için bütün imkanlarını seferber etmeye hazır ve nazır genç kardeşlerimizin olduğunu biliyoruz. Bize düşen bu gençlerin yetişebileceği ortamlar oluşturmak. Yeri geldiği zaman ortak hedefler ve amaçlar etrafında birlik olan, yeri geldiğinde de kaba kuvvetle değil ‘fikirleriyle’ birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan Asım ve Haluk’a ihtiyacımız var. Güçlü bir gençlik güçlü bir gelecek demektir. 2023’ü hedeflerken 2023’ü bugünün gençlerinin sırtlayacağını es geçmeden çalışacağız.
Nereye gidiyoruz? İşte o zaman karar vereceğiz.
Yeis yok, ümitvarım…
EMRE ÇALIŞKAN
AK GENÇLİĞİN NESİL BİLİNCİ
İkin binli yılların Türkiye’sinde AK Parti ile beraberyenilenen siyasal hayat, bu siyasal dönüşümü sahipleniponu sürekli hale geritecek şuuru üretmek amacıyla AKGençliği kurdu. Siyasal kimliğini 8 Ocak 2002’deoluşturup ilk MKYK toplantısıyla siyasal etkinliğinebaşlayan AK Gençlik, basit manada bir siyasal partiningençlik kolları organizasyonu olmadı.
Genel Başkanımız ve Başbakan Erdoğan’ın2002’de, daha AK Parti kurulurken yaptığı ilkaçıklamasında, “artık ülkemiz siyasetinde hiç bir şeyeskisi gibi olmayacak” sözü beklenen ve arzu edilengünlerin erken habercisi olmaktaydı. Böyle bir haberinkulaklarında çınladığı gençlik, AK Parti’ye ve üstlendiğitarihi sorumluluğa azimle sahip çıkma arzusunu taşıdı.Neticede alışılagelmiş bir gençlik organizasyonukisvesinden sıyrılmak için kendisine ilk vazife olarakgençliğin iradesini siyasete taşımayı seçti.
Tanzimat’tan iki binli yıllara kadar gençliğiniradesini değişik söylem ve fikirlerle kontrol edenkesimlerin rahatsızlığına karşı AK Gençlik, diğer siyasipartilerin büyükşehir il parti kongrelerini dahi sağlıklıgerçekleştiremediği siyasal ortamda, ilçe gençlik kollarıkongrelerini salonlarda, seçimlerle ve herkesin gözüönünde demokratik usullerle gerçekleştirmeye nail oldu. On yıllardır siyasetin daha çok kas gücündenyararlandığı gençler AK Parti siyaseti altında, AKGençlik teşkilatlarında ülkemizin doğusuyla-batısıyla;kuzeyiyle-güneyiyle bir araya gelip memleketin ortakmeselelerini korkmadan, birbirinden çekinmeden vebirbirini incitmeden tartışabilmenin erdemine ulaştı.
Ülkemizin on yıllardır çözülemeyen ve hattaüzerinde farklı görüşler dahi bildirilemeyen sorunları AKGençlik için gençliğin bir ayrışma noktası olarak değilaksine birleşme mevzusu haline geldi. Artık hiç birsınıfsal veya etnik bir ayrıştırma üretilmeden gençliğinortak duygu ve düşünceler etrafında bir araya geleceğibir gençlik kolları; AK Parti Gençlik Kolları kuruldu veharekete geçmiş oldu.
AK Gençlik ülkemiz gençliğini toplumsal rolleriyle,hayat tarzlarıyla, psikolojik davranışlarıyla ve ortakşuurlarıyla bir bütün olarak değerlendirmeyi tercih etti.Bu tavrını il ve ilçelerde kurulan gençlik kolları yönetimkurullarının tesisinde gösterdi. Birleştirici vebütünleştirici bir gençlik siyaseti üreteceğinin hemsöylem tarafını hem de teşkilatların kurgusuyla praktizeedeceği boyutunu göstermiş oldu. Bu yapı bir bakımaAK Parti hükümetlerince toplumsal birliği tesis etmekamacıyla oluşturulan her türlü demokratik açılımprojelerinin de alt yapısını oluşturmaktaydı. Çünküeskinin dar ve çapsız toplumsal çatışma üreten kalıpları, AK Parti siyasetinde, AK Gençlik tarafındanreddedilmekteydi. Bundan böyle huzurlu ve dünya ile heralanda rekabet edecek bir Türkiye ideali gençliğin gününbasit kavgalara sıkışmasına engel oldu.
AK Gençlik ülkemiz gençliği ile kurduğu ve onlarıniradeleri ile siyasete girmelerine vesile olduğu bukurgusuyla dünün hesabını alma yerine, dünden derslerçıkartarak geleceğe yürümenin taraftarı oldu. Bubakımdan Genel Başkanımız ve Başbakanımız tarafındanortaya konan 2023, 2053 ve 2071 vizyonlarına dört ellesarıldı. Zira küçük kavgalar yerine kadimmedeniyetimizin derinliğinde yer alan insanideğerlerimizi yeniden dünyanın dört bir yanına taşımabilincine vardı.
AK Gençlik ülkemiz gençliğini sınıfsal ayrımlaratabi tutmaktan uzak durdu. Belli bir kesimi temsil etmegibi dar bir anlayışa sahip olmadı. Daha fazla genceulaşarak onların da iradelerinin toplumsal yapılara dahilolmasına imkan ve ortamlar oluşturma gayreti içindeoldu. Parlamentoya, belediye başkanlıklarına veyabelediye meclis üyeliklerine taşıdığı gençlerinistatistiklerinden çok ülkemiz gençliğinin bu mevkilerehazır olarak dahil olmalarının bilincini oluşturdu.
AK Gençliğin nesil bilincinde, gençliğin farklıfikirler etrafında yer almasının engellenip sadece bizdenolanlar anlayışı yer almaz. Aksine farklı fikir vekesimler arası rekabetlerin daha da artarak bu rekabetimahsul haline getirecek kolektif bir bilincin inşaedilmesine yönelik bir anlayış yer alır. AK Gençlikböylece inanır ki gençliğimiz ülkemiz içinde ürettiğikavgalarla enerjisini boşa harcamayacaktır. Gençliğimiz,aralarında gerçekleştirdiği rekabetle ürettiği her türlüfikri, ticari ve kültürel üretimi dünyaya yeniden sunacakbüyük bir milletin teşekkülüne harç edecektir.
EMRE ÇALIŞKAN
TANSU ÇİLLER VARDI BİR ZAMANLAR
Tansu Çiller…
Leydi…
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve şimdilik son kadın başbakanı.(Rahşan hanım alınmasın,başbakan olmasa da onun hizmetleri de yadsınamaz)
Kısaca o başarılarla dolu hayatından bahsedeyim,sonra anlatacağım çok şey var.Robert Koleji mezunu,her kodaman ailenin çocuklarınıokutmaktan şeref ve gurur duyduğu okul.Üniversiteyi Boğaziçi’nde okumuş,ekonomi bölümünde.Sonra yurtdışı eğitimi;Connecticut Üniversitesi ve Yale’de doktora.32sinde doçent,ve 5 yıl sonrasında prof.
Siyasete ilgi duyan ama aktif olarak içinde bulunmamış,bulunmayı da istememiş bir bayandı Tansu hanım.Ekonomiydi alanı ve profluğa kadar da yükselmişti.1990 kasımında DYP’ye katılmıştı ve 1991’deİstanbul Milletvekili seçildi.Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti koalisyon hükümetinde ‘Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’oldu.
Özal’ın ani ve zamansız ölümü hiç kuşkusuz siyaset arenasında en çok Tansu Çiller’in işine yarayacaktı.Cumhurbaşkanlığa oturan Demirel’in yerine kurulma hayali içindeydi.’Babaya veda,anaya merhaba’sloganları atılmaya başlamıştı bile.Ertuğrul Özkök’ü arayıp manşetini verdi Hürriyet’in:Leydi’nin topuk sesi!
Ve sloganlarla,alkışlarla kongre salonuna giren Tansu hanım,salondan Genel Başkan sıfatıyla çıkıyordu.Artık o gerçekten bir ‘leydi’ve 50.TC hükümetinin başbakanıydı!
Buraya kadar anlattıklarım Tansu hanımın siyasi kariyerindeki hızlı tırmanışıyla ilgiliydi.O başbakan olduğunda 8 yaşımdaydım,Özal’ın öldüğü günü daha dün gibi hatırlarım,annem ağlamıştıÖzal’ın ölüm haberine de o zaman anlamamıştım.Annem ağlarken,belki de gülen birileri arasında Tansu hanım da vardı.Günahını almayayım…
Siyasete girişinin 3 sene sonrasında başbakan olan bir siyaset ‘hanımı’.Teşkilat kültüründen yoksun,dengelerden habersiz,siyaset üslubuna kulaktan duyma aşina bir siyasetçi.Bütün bunların neticesinde Tansu Çiller denilince akıllarda kalan onun o muhteşem gafları!Yazımın başında bahsettiğim o başarılarla dolu eğitim hayatı,ülkenin en kaliteli okulları,hatta dünyanın en gözde okullarında geçen eğitim süreci.Ardından tepeden inme siyaset maratonu ve büyük bir hata!Elinin hamuruyla erkek işine karışmak diyeceğim buna ama hanımefendiler kızacaklar bana.
Bu hata kişisel bir hata da değil,50-51-52.hükümetin başbakanından bahsediyorum beyler bayanlar!
Buyrun size birkaç gafından bahsedeyim sizlere de biraz ortam yumuşasın,gülümseyelim,hatta gülümsemekle kalmayalım…Neyse…
Tansu Çiller’in Samsun mitingleri pek bir meşhurdur.
Samsun’da halka hitap ediyor:
-Samsunlular!Sizi büyükşehir yapayım mı?
Kalabalıktan çıt yok…Lakin o vakitler Samsun zaten büyükşehirdir.
Yine bir Samsun mitingi…Aynı konuşmada üst üste gaflar…
Tam konuşmaya başlamışken minareden gelen sesi duyunca konuşmasını kesiyor,mikrofon elinde hemen yanında bulunan en büyük yalakalarından biri olan Esat Kıratlıoğlu(ki kendisi hemşehrimdir)’na:
-Ezan okunuyor,o sebepten susmak mecburiyetinde kaldım.
-Hanımefendi o ezan değil,sela…
-Esat bey sela ne demek?
Mikrofon açıktır ve alanı dolduran herkes bu diyaloğu duymuştur.
Sela gafı yetmezmiş gibi Tansu hanım gaflarına birini daha ekledi,
-Malazgirt kahramanlarının torunları!Sizi ikinci lige alayım mı?Bu güzel şehir bunları hak ediyor!
Nitekim Samsunspor yıllardır birinci ligdedir.
Hadi bakalım Samsunla başladık Samsun’la devam ediyoruz ama bunu anlatmazsam eksik olur ki bu en trajik gaf ödülüne layık.
Çiller kürsüde halka hitap ediyor,oy isteyecek Doğru Yola:
-Samsunlularr!Kırat’ın yemini verecek misiniz?
Vatandaş hep bir ağızdan:’Eveeett’
Ve çiller veriyor cevabı:
-Biz de sizin yeminizi vereceğiz!!!
Fesüphanallah…
Samsun’dan bu kadar…Buyrun geçelim Erzurum mitingine.Komedi ki ne komedi…
Miting alanına giderken halkı selamlıyor.Bu sırada münasebetsizin biri yüksek sesle:’Senin bıdığını yerim’ diye laf atıyor. Bunu duyan Tansu hanım vali yardımcısına yavaşça bıdık ne demek diye soruyor.Garibim vali yardımcısı ne diyeceğini şaşırıyor, ‘Sayın Başbakanım size sevgi gösterisinde bulunuyor,ciğerinizi yerim demek istiyor.’ Diyerek geçiştirmek istiyor.Bunu duyan Tansu hanımın hoşuna da gitmiyor değil hani.
Halkı selamlayarak kürsüye çıkıyor,konuşmasının arasında ne dese beğenirsiniz?
-Sevgili Erzurumlu Dadaşlar!Bu bacınızın bıdığı size feda olsun!
Zira bıdığın ne olduğunu yazmayacağım buraya rahat olun…
Kelimelerle hep başı beladadır zaten.Söyleyemediği kelime,halusi,halus,halü,halusin…Bak ben de söyleyemiyorum…Anladınız işte…
Birgün meclis kürsüsünde Mesut Yılmaz’ın iktidar partisi olamayacığını anlatırken Mesut Beye çok ağır bir laf ediyor ki sormayın:
‘Mesut Yılmaz iktidarsızdır!’
Sonra Mesut dahil tüm vekiller gülmekten pert…
Bir gün bir törende belediye zabıtalarını selamlıyor:
-Merhaba asker!
Bir miting konuşmasını bitirirken bakın ne diyor:
_Cenab-ı Allah’ı size emanet ediyorum!
Daha onlarca gaf…Saymakla tükenmez.söyleyeceğim şu ki,siyaseti eğer iyi tahlil etmişsem ya da tahlil etmeye çalışıyorsam,genç bir siyasetçi olarak,siyasetin okulu olmaz…siyaset okul okumakla öğrenilmez.siyasi zeka denilen bir kavram vardır.Duygusal zeka,matematiksel zeka gibi birşey…Robert Koleji mezunu da olsan,sığır çobanı da olsan fark etmez.teşkilat havası solumak gerek,ülkeyi karış karış dolaşmak gerek.Yoksa bir şehrin büyükşehir olup olmadığı fikrin bile olmaz.Girdiği her seçimi kazanan bir partinin lideri var şu an ülkenin başbakanlık koltuğunda.Neden,nasıl bu başarı?Daha yirmili yaşlarında ilçe,il başkanlıkları üstlenmiş.Dünyanın en gözde şehirlerinden birine başkanlık yapmış,ve bütün bunları yaparken gariptir eğitim geçmişinde Robert,Galatasaray olmayan bir başbakan da o yüzden!
Tansu çiller…Şu sıralar mütekait bir politikacı…Bu ülkeye verdiği tüm yararlı hizmetlerinden ötürü müteşekkiriz…lakin sürç-i lisan ettiysek affola…
EMRE ÇALIŞKAN
YENİ TÜRKİYE’DE AK GENÇLİK
AK Parti ile siyasetin yönünün ve tarzının değişmesi beraberinde gençlik siyasetinin de kendi içinde değişmesini getirdi. AK Parti çatısı altında gençlere üst düzeyde değer verilerek gençliğin kolektif olarak siyasi kadrolara iradeleriyle katılımlarının önü açıldı. Değişen siyaset tarzı neticesinde özgüveni gelişmiş, karar alabilen ve aldığı kararları uygulayabilen bir gençlik teşekkül etti.
Gençlik siyasetinin AK Parti ile birlikte yenileşen siyaset algısı içinde değer görme arayışı kurumsal kazanımlar olarak kendini ortaya koyma isteğine dönüşmüştür. Böylece gençlik siyasetinde gönüllü yer alan gençler, siyaset ilişkilerinden başka sosyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını da gidermek için kendi tarzını daha da belirgin hale getirme mücadelesini vermiştir. Bu mücadele farkına varmadan refleks olarak geliştiğinden iki bin iki yılından itibaren yeni bir şekle bürünmüştür.
Ortaya çıkan yeni şeklin görüneceği en yakın tarih ikinci kez cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği seçim tarihi olan iki bin on dokuzdur.
Bu tarihte ilk defa oy kullanacak ülkemiz gençliğinin hayat hikâyesi iki bin yılında başlamış olacaktır. İki bin bir doğumlu bir genç, iki bin on dokuz yılına gelinceye kadar AK Parti siyasetinin şekillendirdiği genel siyasal ilişkiler içinde kendine siyasal bir zemin arayacaktır. Böylece AK Partili olsun ya da olmasın ortaya koyacağı siyasal davranışı “Büyük Türkiye” siyasal söylemi etrafında şekillenen algılarından oluşacaktır. Bu gelişme bize somut olarak şu gerçeği doğuracaktır: Bundan sonra ülkemiz gençliği kavgasını ülke içinde diğer gençlik gruplarıyla verme telaşı yerine dünya gençliği ile verme heyecanıyla üretecektir.
Böyle bir gençlik heyecanının ortaya çıkması aynı zamanda üst kuşakları da motive edeceğinden AK Parti ile siyasal hayatımıza yer edinen “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” algısı hayat bulacaktır. Bu gelişimin kuluçka merkezi olan AK Parti Gençlik Kolları, bu doğrultuda yetiştirdiği gençleri ülkemizin her alanında Büyük Türkiye yolunda işlevsel hale getirmeye dönük yeni bir gençlik siyasetini de üstlenmiş olacaktır. Bu bakımdan günlük ve kısır kavgaları terk edecek olan gençliğimiz Anadolu’nun derin manevi tarihinden beslenerek ortak Anadolu aklı etrafında iç çekişmelerden uzak, dış gelişmelere odaklanmış bir akla bürünecektir.
AK Parti siyaseti ve neticede 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi ile gençlik siyasetinin ivme kazanacağı yeni algılar ülkemiz içinde önemli kazanımlar olacaktır. Bu bakımdan AK Gençlik bugüne kadar üst kuşaklarca kendisine verilen değeri daha kalıcı hale getirmek için Büyük Türkiye yolunda elde ettiği tüm kazanımları şahsi hesap gözetmeksizin kullanarak üretmenin yolunda olacaktır.
EMRE ÇALIŞKAN
NE ÇABUK UNUTTUNUZ ‘FRANSA MESELESİ’Nİ?
Hatırlar mısınız bilmem?
Geçen seneydi…Geçen sene dediğime bakmayın daha 1 ay bile geçmedi üstünden…
2011 Aralık’ının son günlerinde Avrupa’da tarihe bir not düşüldü… Hatırladınız değil mi?
Türkiye, gündemi o kadar hızla değişen bir ülke ki, malum ‘’Fransa’nın Ermeni Soykırımının reddini suç sayan yasanın onaylanması’’ olayını unuttuk bile…
Üzerine Uludere girdi, İlker Başbuğ tutuklandı, bugün de Azer Bülbül konuşuluyor… Vay benim ülkem…
Fransa’nın bu atağı ile, ülkede bir kıvılcım oldu, fakat unutulmaya terk edildi yine…
Peki ne zaman hatırlayacağız bu vahim meseleyi…
Yasanın Fransa Senatosunda ele alınacağı gün ya da birkaç gün öncesinde. Nitekim İsviçre Parlamentosu, aynı cihetteki bir yasağı yıllar önce çıkarmıştı da, biz yine bağırıp çağırıp, boykot edip, sonra tekrar unutmuştuk…
Şimdi soruyorum sizlere:
Kaç kişi ‘’Ermeni Soykırımı olmamıştır! demenin İsviçre’de suç olduğunu biliyor?’
Kem…Küm…
Unutturmamak adına, sessiz kalmamak adına ısrarla inatla yazacağım!
Bir genç olarak bazı gerçekleri kendi perspektifimden anlatacağım şimdi…
Farkındasınız değil mi?
Bu mesele ‘’Ermeni Meselesi’’nden öte ‘’Fransa Meselesi’’ olmaya başladı.
Fransa Cumhurbaşkanının Ermenilerin avukatlığına soyunması ve zaten Fransa’nın CHP’si statüsündeki Sosyalist Parti’nin de desteği ile bu yasa teklifi çok rahat bir şekilde Meclis’ten geçti. Fransa Meclisi alışkın bu yasalara, daha önce Yahudi Soykırımını inkar suçu diye de kanun kabul etmişlerdi.
Buradaki mevzu, tarihe ışık tutmak, tarihi gerçekleri gün yüzüne çıkarmak ve doğrunun arkasında durmak filan değil! Bir parlamentonun tarihi olguları belirlemesi, yetmeyip bu şekilde düşünmeyenleri cezalandırmaya kalkması evlere şenlik bir uygulama!
Hepsini geçtim, insan hak ve özgürlüklerine yasak getiren talihsiz bir vaka… ‘’Fikir Beyan Etme’’ hakkını tecavüzden bahsediyorum! Özgürlüğün kalesiyiz diyen Fransa, demokrat Avrupa söyleminde başı çeken, yüz milyonlarca insanın kendi canlarından aziz bildikleri, hürmet ettikleri Hz. Muhammed (S.A.V.) hakkında hakaret içerikli karikatürleri ‘’ifade özgürlüğü’’ kapsamında değerlendiren Fransa, şimdi kalkmış, kesinliği ispatlanmamış bir konu üzerinde şöyle düşüneceksin, öyle düşünmezsen bile, aksini söylemeyeceksin diyor! Gülünç!
Ekranlarda çok duyduk o dönemlerde, Fransa’nın katliamlarını, soykırımlarını! Cezayir ve Ruanda kaldı değil mi aklınızda? Durun, sıkı durun sayıyorum şimdi Fransa’nın hünerlerini:Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Martinigue, Guadaloup, Fransız Guyan’ı, Komor, Senegal, Mali, Fil Dişi Sahili, Gobon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Vietnam, Laos, Kamboçya gibi bir bölümü halen Fransız toprağı olan ülkelerde yaptığı katliamlar.Fransız’ın Fransız’a soykırımı bile satır satır kayıtlı.1793-1796 Vendee Soykırımı,1572 Saint Berthelemy Katliamı,Fransız Devrimi…
Ben de herkesin yaptığı gibi,’siz de bunları yaptınız!’ diyenlerden olmayacağım.Hani iki çocuktan biri suç işlediğinde diğerine ‘Seni annene söyleyeceğim’ deyince,suçlanan ‘ben de senin suçlarını anlatırım’ diye tehdit eder ya,öyle bir yaklaşım içerisinde olunmamalı diye düşünüyorum bu konuda.
Biz köklü tarihe sahip olan bir devletin mensupları olarak,göğsümüzü gere gere bağırabiliyoruz:Biz soykırım yapmadık!
Peki ne oldu?
1915 olaylarında dökülen kan illa ki tek taraflı değildi.Karşılıklıydı. Fakat savaş koşullarında gerçekleşmişti. Dolayısıyla 1915 Tehciri,bir kırım/katliam değildir.Örgütlü bir savaş suçu olarak dahi tanımlanamaz.
Şimdi Fransa’yı tehdit edip,Fransız mallarını almayın diye bağırmanın hiçbir faydası yoktur. Türkiye’nin yapması gereken en önemli şey,yaşananların bir savaş stratejisi olduğunu anlatmasıdır.İlk olarak da Malta Yargılamaları tüm dünyaya en iyi şekilde anlatılmalıdır.
Hemen anlatayım madem,nedir Malta Yargılamalarının önemi?
1919-1921 yılları arasında Malta’da çok sayıda İttihat ve Terakki Partisi yöneticisi,Ermenileri toplu olarak katletmekle suçlanarak sürgün olarak tutuldu.Tam 3 sene sürdü bu soruşturma ve sürgün. Ve bu soruşturmayı,öyle sıradan atanmış bir savcı değil,bizzat Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcısı yürüttü. Sevr Antlaşması uyarınca son derece kapsamlı bir soruşturma yapıldı. Suçlamaların sonrasında işgal altında el konulan tüm Osmanlı arşivinin yanında,Amerika’daki tüm belgeler de tarandı.
Fakat bir hukuk mahkemesinde geçerli sayılabilecek hiçbir kanıt bulunamadı.
Ve ne oldu biliyor musunuz?
İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri serbest bırakıldı.Bu karar dahi sıcağı sıcağına yapılan yargılamaların sonrasında bu sözde soykırım iddiasının çürütüldüğüne ispat teşkil ediyor.
Yani bizim bu meselede yapacağımız en önemli şey,tarihle Fransa’yı ve bütün dünyayı yüzleştirmek olmalıdır.Nitekim 3.Avrupa Konseyi Zirvesi’nde Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında tüm şifreleri vermişti:’Aslı astarı olmayan asılsız iddialarla Ermeni Soykırımı iddiasını kullanmak sadece bu yetkililerin,bana göre,kendini tatmindir.Tribünlere oynamaktır.Biz bütün arşivlerimizi açtık.Ermenistan’ın varsa onlar da açsın.Türkiye’nin geçmişinden,tarihinden endişesi yoktur!’
Yani bırak bunları konuşmayı Sarkozy,iş yap iş,sen seçim çalışmalarında bu mevzuyu kullanma,projelerini anlat,bırak bu mevzuyu tarihçiler konuşsun,bilim adamları araştırsın diyordu.
Şimdi kalkıp da TBMM’ye CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan gibi ‘Fransa’nın Cezayir ve Ruanda Halkına yönelik soykırımı hakkında Kanun Teklifi’ vermek de işlevsel değil bence.
Alın size bir örnek:
Cezayirli yöneticiler bas bas bağırıyor…Fransa Cezayir’de soykırım yaptı,özür dilesin’ diyor.
Eee sonuç ne?
Çok manidar bir cevap var Fransa’dan:
‘Bu işi tarihçilere bırakalım!’
Fakat aynı Fransa ‘Ermeni iddialarını tarihçiler araştırsın’ önerisine ne hikmetse karşı çıkıyor.
İşte böyle benim güzel ülkemin güzel insanları…
Ben söyleyeceklerimi söyledim.
Anlatacaklarımı anlattım.
Fransa’nın Senatoda bu konuyu görüşeceği güne dek bu konu raftan kaldırılmıştı sanki.
Ben indirdim raftan…
Gördüğünüz gibi hiç kuşku yok ki bizim Fransa’yla bir meselemiz var.Bu güncel değil,tarihi bir mesele.Ve bu iki uygarlık arasındaki hesaplaşmanın meselesi.Avrupa’da Türkiye söz sahibi oldukça,güçlendikçe bu mesele daha da büyüyeceğe benziyor.
Fransızlarla daha çok karşılaşacağız gibi görülüyor.Hem de bir çok konuda.
Ne diyeyim Fransızlara şimdiden kolaylıklar diliyorum…
7.1.2012
Emre Çalışkan
KONU NE BİLİYOR MUSUN ANNE?
Telefonda ‘oğlum sesin durgun geliyor,neyin var?’ diye soran canım anneme…
Konu ne biliyor musun anne?
Konu yalnızlığımız…
Konu samimiyetsiz diyaloglar, samimiyetsiz gülümseyişler…
Vita kutularında büyüttüğün çiçekleri, güneş alsın diye balkon demirlerine bağlarken sen, hayatımızdaki çiçekleri nerede koklayacağımızı bilemez olduk. ‘Yapma çiçek’ diye bir şey var şimdilerde. Yapma kahkahalar gibi…
Renkli fakat kokusuz; kaslar gerili, güler gibi fakat ruhsuz…
Saç uçlarımıza kadar kırıldık da yine yalancı gülüşlerle geçiştirdik bizi kıranları…
Artık paylaşımlar da kalmadı çocukluğumdaki gibi…
İnsanlar dört çarpı dört; klima havasıyla kaplı ciplerinden trafik lambalarında gördükleri yalınayak mülteci çocukları azarlayabiliyorlar, düşünebiliyor musun anne?
Hızlıca kapatıyorlar camlarını, nefeslerini dahi hissetmemek için… Gözlerini kaçırıyorlar belki vicdanım sızlar da yardımcı olurum diye korkarak…
Paylaşmıyorlar onların yalnızlığını… Ve paylaşmıyorlar gözlerindeki çaresizliği…
Küçükken babam bisiklet aldığında, Ahmet’in bisikleti yok diye bindirmezdin beni hayalini kurduğum, rüyasını gördüğüm velespite…
‘Oğlum onların durumu müsait değil, eğer bisikletini isterse ona da ver, o da sürsün’ derken sen, kızardım sana çocukça… Ne güzel tembihlermişsin oysa ki…
Şimdi kimse birbirinin gözüne bile bakmıyor, paylaşmıyor merhametini bile…
Konu ne biliyor musun anne?
Konu yapayalnızlığımız…
Tıkandık kaldık tabularımıza. Bir çocuğu dahi sevemez olduk kucağımıza alıp… Komşunun bahçesindeki ağacın eriği yere düştü çürüdü de, ne isteyebildik usulünce, ne de arayabildik gözümüzün hakkını…
Domateslerin kabuğunu soyup, biberleri de doğradık, dolabı açıp yumurtanın bittiğini fark edince, isteyemedik karşı komşudan, iki göz yumurtayı… Döktük çöpe iştahımızı, ‘şimdi köyde olacaktık’ larımızı…
Yolda kalmış yolcunun dur işaretini görmezden gelip basıp geçtik paranoyalarımızla…
Bankamatik başında yardım isteyen amcaya, gayet tok bir sesle ‘güvenliği çağır amca’ diye cevap verdik.
Gözleri pırıl pırıl parlayan çocuk yanımıza yaklaşıp da ‘ağabey, kontörüm yok ,sizden babamı çalıdırıp kapatabilir miyim? ‘ dediğinde ajan muamelesi yaptık sabiye…
Ulan ne pis adam olduk be!
Kızma anne, diline acı biber sürerim bir daha ‘lan’ dersen derdin ya küçükken… Ah be anne; kıyamadığın geldi aklıma şimdi de…
Yakışmıyor artık dilime, dilime değil de görüntüme… Yakışmıyor kimliğime bu jargon artık… Ağzım dolusu küfredemiyorum sinirlendiğimde bile… Ne bileyim, yer sofrasında soğanı kırıp ekmeğimin arasına koyarken ben, dört köşeli masanın hangi köşesine oturursam rahatça çorbamı içip kalkarımın hesabını yapıyorum… Ve tat vermiyor beş parmağımla tavaya ekmek banmadığım hiçbir yumurta…
Olmuyor işte… Bindiğim araba, taktığım kravat, oturduğum muhit… İzin vermiyor hiç birisi…
Canım bağıra çağıra ‘bir teselli ver’ dinlemek istiyor da, Orhan babanın şarkılarını Tarkan’dan dinliyorum. Tat vermiyor yani şarkılar bile…
-Müslüm Baba bile popçu oldu anne ölmeden önce… Belki de bu sebepten, kahrından öldü be…-
Konu ne biliyor musun anne?
Konu ‘çok yalnızlığımız’…
Konu, bu yazdıklarımı dahi başkalarıyla paylaşmaktan tedirgin olmam…
Konu kalabalıklaştıkça ortam, yalnızlığımın artması…
Konu biz olmamamız, biz olamayışımız…
Konu tabular… Tabularımızı tabutladığımız gün, çocukluğuma şiir yazmaktan vaz geçeceğim…
Ve kimseden utanmadan, çekinmeden…
‘Ben çocukluğumu özledim anne, Seni özledim’ diyebileceğim…
EMRE ÇALIŞKAN 2018
HIZLI YAŞIYORUZ HAYATI
Hayat aynı hayat be abicim, biz hızı seviyoruz. Dünya asırlardır aynı hızda dönüyor güneşin etrafında… Dur bu sene 265 günde döneyim demedi hiç, 365 gün 6 saate sabitlemiş gidiyor…
Sistem, yapabildiklerimiz, teknolojinin bize sunduğu kolaylıklar hızlandırıyor hayatı. Ne zaman fark ettim bunu en son biliyor musunuz? Çoğu zaman farkındayım ama en sonuncusunu anlatayım size.
Dün akşam 70’lerden kalma, eşimin doğum günümde hediye ettiği pikabımı dinlerken…
45’lik çalıyor. Ön yüzünde 1 eser, arka yüzünde başka 1 eser.
Pikap öyle hızlıca dinlenilecek bir makine değil. Koyarsın 45’liği, kaldırırsın mandalı, iğne yavaşça taş plağın üstüne oturur ve süzülmeye başlar. O cızırtılar var ya, normalde duyduğunuzda içinizi gıcıklayan o ses burada size haz verir. Dinlediğin odayı loş yapacaksın. Biraz da pencereye yakın…
Arkada Neşe Karaböcek söylüyor: ‘Saymadım kaç yıl oldu sen ellerin olalı…’ diye kalbini iğneliyor sanki pikabın iğnesi…
Yani şunu diyorum, zamanın olacak. Yavaşça akıp gidecek.
Ama şimdi ne var? Spotify var mesela, Youtube var. Bir şarkıyı açarsın daha biri bitmeden hemen sona sarabildiğin, albümdeki diğer şarkılara anında geçebilme imkanının olduğu, bir sanatçıyı dinlerken anında öbür sanatçının eserinde kendini bulduğun, alaturka dinlerken bir de rock dinleyeyim derken 5 dakika içinde çorba edebildiğin bir sistem…
İnsanın ruhunu daraltıyor biz farkında değilken.
Bir otur, sakinleş. Bas ‘play’ tuşuna ve uzaklaş, çekil kenara… Yok.
Ya başka şarkı daha güzelse, ya kaçarsa… İmkan ve teknoloji ile hızlandırdığımız hayatın esiri oluyoruz. Hayattan alacağımız zevkleri ıskalıyoruz.
‘Çabuk’ elde ettiklerimiz yüzünden sanatı da sanatçıyı da değersizleştiriyoruz.
Alın size bir örnek;
Necip Fazıl Üstadın ‘Çile’sinin ilk baskısı ne değerlidir bir bilseniz… 1962 Basım, Bedir Yayınlarından çıkan.
Gidip bulayım da kitabın kokusunu içime çekeyim deseniz en az 1 haftanızı alır en iyi ihtimalle. Ama yaz internete, ‘Çile ilk baskı’ diye hemencecik çıkar karşına pdf’si.
Bakın işte on saniyede ulaştınız Çile’ye hiç çile çekmeden…
Ne sahaf sahaf dolaştınız. Ne eşe dosta sordunuz. Ne kalkıp bir şehirden başka bir şehre gittiniz. Ne kuryeyle uğraştınız. Ya aslında farkında olmadan bütün bu nimetlerden mahrum oldunuz be… Sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir hobinize ulaşmak için vereceğiniz tüm o kutsal emekten alacağınız lezzetin içine ettiniz. Hayalini kurduğunuz kızı on saniyede tavlamış gibisiniz. Kalmadı kıymeti. Zaman harcamadınız.
Bu her şeyde böyle… Bir örnek daha vereyim yorumu siz yapın bu sefer…
60’lı yıllarda Nevşehir’in Avanos Kazasının Çalış Köyünden Almanya’ya giden ilk Türk İşçilerden biri olan Mehmet Amcanın eşi Nazife teyzeye arkadaşlarıyla kaldığı koğuştan ‘Beni soracak olursan iyiyim merak etme’ diye not eklediği fotoğrafı Stuttgart’tan Çalış’ a yollaması en az 2 ay sürer idi…
Peki, şimdi?
2 Saniye. Hem de canlı, anında, görüntüsüyle.
Hangisi daha iyiydi? 2 ayda gelen, geldiğinde evi bayram yerine çeviren, evin en güzel yerine çerçeveletilip asılan fotoğraf mı? Anında kendisine ulaşabildiğimiz, bir tuşla bırakın şehirleri, ülkeleri; kıtaları aşabildiğimiz bu sonu olmayan teknoloji mi?
Bilmiyorum…
Özlemeye bile müsaade etmeyen bir zamanın içindeyiz. İnsani duygularımız teknoloji marifetiyle köreliyor aslında.
Ve hepsi farkında olamayacağımız kadar hızlıca oluyor.
…
Sonra bir 45’lik daha koyuyorum pikaba;
Ve o ses,
‘Hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan…’ diyor usulca.
Kapıyorum gözlerimi… Yavaşlatıyorum hayatı her şeye rağmen…
Aklımda bir soru: Fe eyne tezhebun?
Emre ÇALIŞKAN/15.02.2020/ANKARA
BİR AYRILIK, BİR YOKSULLUK, BİR ÖLÜM
Bazı türküler var. Hani her dinlediğinizde sizi alıp götürür memleketinize… Ananızın dizinde o saçlarınızı okşarken bulursunuz bir anda kendinizi. İçinizde bir göç başlar. Bir anda bulunduğunuz oda Anadolu kokar. O koku öyle bir kokudur ki genzinizi sızlatır. Öyle bir hasret kaplar ki içinizi, dayanmak zor olur.
Bir türkü düşünün ki her duyduğumda eğer yalnızsam, ağlatır beni… Etrafında birileri varken ağlayamaz çünkü insan kolay kolay. Sanki benim için yazmış dersiniz ozan bu satırları. Hele bir de müziği öyle bir oturmuştur ki şiirin üstüne, etle tırnak gibi. Birbirinden ayırırsanız ağrıtır, acıtır, yarım kalır.
Çocukluğumdan beri saz çalarım. En iyi arkadaşımdır belki de sazım. Dili yok ama ne hikayeler anlatır bana bir bilseniz. Beni bana anlatır. Hatalarımı, acılarımı, sevinçlerimi , kalp kırıklarımı, kalp kırdıklarımı, keşkelerimi, amalarımı, sevdalarımı, yalnızlığımı, kalabalığımı… Her şeyi…
Geçenlerde bir yerde konusu geçti, yıllardır saz çalarsın, en sevdiğin türkü hangi türkü diye sordu birisi. Hiç düşünmeden , hiç beklemeden, ertelemeden söyledim :
‘Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.’
Karacoğlan kalbinin sızısını şiirine işlemiş sanki. ‘Kitap gibi şiir’ desem yeri :
Vara vara vardım ol kara taşa
Yazılan gelir sağ olan başa
Hasret ettin bizi kavim kardaşa
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin dönmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
Karac'oğlan der ki, kondum, göçülmez
Acıdır ecel şerbeti, içilmez
Üç derdim var, birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
İnsanın belini büken, içini yakan, özünü bir köşede yapayalnız bırakan 3 ahval :
Ayrılık, yoksulluk, ölüm.
Belki sesteş değil üçü ama hepsi anlamdaş gibi…
Binlerce yıldır filozofların tartışıp durduğu şeyleri bir şair gelir üç kelimeyle özet geçer gider işte.
Bir de Muharrem Ertaş Usta saza döker, havalandırır. ‘Aman aman’ derken ciğerindeki nefesi şaha kaldırır. Ardından Neşet usta alır eline sazı. Kayda geçirir.
Size de dinleyip ‘düşünmek’ düşer.
Dünyada ‘hüzün’ diye bir duygu unutulmuş olsa, hüzne dair her şeyi silseler sonra birisi durduk yere sazı eline alsa, bu türküyü söylese, ömrü hayatında hiç tatmadığı, bilmediği duyguyu, yani hüznü tadar, hisseder. Bu türkü, bu sözler hüznün nüvesinden filizlenmiş, hüznün kök hücresi gibi. Nereye koyarsanız koyun ‘kalbi olan adama’ hüzün getirir.
Bir çok usta dillendirmiştir bu türküyü. Ama sadece Neşet usta tat verir gönlüme. O söylerken ‘yoksulluk’ demez, ‘yoksuzluk’ der. Ve bir röpörtajında anlatır neden yoksuzluk dediğini : ‘Anadolu halkı o kadar fakirdi ki, ‘yoksulluk’ kelimesi bile bu betimlemeye uymuyor.’
Yani ‘yok’ bile yok…
Hadi kapatın bu yazıyı şimdi. Yalnız kalın kendinizle… Neşet Usta’dan dinleyin bu türküyü ayrılık, yoksulluk ve ölüm gelmeden…
Emre ÇALIŞKAN
13.06.2020